Serdar Yıldırım Hikayeleri

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
1718553209186.png


HİKAYE YAZARI ÖMER SEYFETTİN İLE SERDAR YILDIRIM
Tarih 4-Ağustos-2023 Bursa'da bir kitap mağazasında çok değerli yazarlarımızdan Ömer Seyfettin ile beraberim: " Sayın Ömer Seyfettin, bakın burası üç katlı bir kitap satış mağazası. İçinde binlerce kitap var.
Ömer Seyfettin: " Ya Serdar, beni buraya neden getirdin? Ben 1920 yılını hatırlıyorum. O zamanlar 36 yaşındaydım. İstanbul'da bir lisede öğretmenlik yapıyordum. "
" Evet doğru, bunları ben de biliyorum ama sizin bilmediğiniz bir şey var. 1920 dediniz. O zamandan şimdiki zamana 103 yıl geçti. 103 yıl sonra siz neredesiniz, hikayeleriniz nerede? "
" Ben o hikayeleri yazdım, durdum. Bir İstanbul gazetesinde bunlar her gün tefrika halinde yayınlanırdı. Biliyor musun Serdar, yurdumuzu düşmanlar istila ettiğinde ben subaydım. Çanakkale taraflarında askeri ciple gidiyorduk. Gökyüzünde bir yazı belirdi. Fethun karib. ( Çanakkale’ye cephesini ziyarete giden heyeti edebiye içerisinde bulunan Ömer Seyfettin, yolda karşılaştıkları fevkalade bir hadiseyi Müjde adını verdiği hikayesinde anlatmıştır. Gün ağardığında heyet gökyüzünde ince bir duman ile “fethun karib” yazdığını müşahede etmiştir. Fethun karib, yakın bir fetih anlamındadır. ) 1915 yılı başlarıydı. Ne oldu? Neler oldu? Yolda gelirken ben Türküm dedin. Türkiye Cumhuriyeti dedin. Türkiye Cumhuriyeti'ne bravo da Osmanlı ne oldu? Bırak Osmanlı İmparatorluğu'nu Anadolu ne oldu? "

" Mustafa Kemal 19-Mayıs-1919 tarihinde Samsun'a çıktı. "
" Bunu biliyorum. "
" Türk Ordusu ve Mustafa Kemal bir buçuk yıl Sakarya Irmağı doğusunda konuşlandı. Mustafa Kemal onlara savaş öğretti. Türk Ordusu Mustafa Kemal önderliğinde ileri atıldığında yunan askerleri şehirleri, köyleri yakarak kaçtı. Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Tarihe ismini altın harflerle yazdırdı. "
" Mustafa Kemal adını daha önce defalarca duymuştum. Cumhuriyet yıllarına ömrüm vefa etmedi. Şu an çok sevinçliyim ve çok mutluyum. "
" Mustafa Kemal kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı oldu. 10-Kasım-1938 'e kadar 15 yıl bu görevini devam ettirdi. 24 Kasım 1934 yılında Atatürk soyadını aldı. Artık O Mustafa Kemal Atatürk'tü. "
" Serdar, Atatürk hakkında kitaplar var mı burada? "
" Evet var. "
Atatürk kitapları reyonuna gittik ve Ömer Seyfettin'e kitaplarda yazılanları okudum. Her iki dakikada bir Ömer Seyfettin tarafından, Atatürk ayakta alkışlandı. Daha sonra birlikte Ömer Seyfettin kitapları reyonuna yöneldik. İki elime birer kitap aldım. Bakın, dedim, bu kitapta Kaşağı hikayeniz var. Bu kitapta da Kütük hikayeniz bulunuyor.
Ömer Seyfettin: " Vay benim canlarım, ciğerlerim. Aradan 103 yıl geçmiş ve hikayelerim unutulmamış. Bir yazar aradan 50 yıl geçmiş ve hatırlanıyorsa unutulmamış demektir. Artık o yazar olmuştur. Ey Serdar Yıldırım, ben artık yazar oldum mu? "
" Evet oldunuz, hem de çok değerli, unutulmaz bir yazar oldunuz. "
" Yaşasın, ben şimdi çok mutluyum. "
Ömer Seyfettin tansiyon ve şeker hastasıydı. Atina'da 10 ay esir kaldı. İstanbul'a geldikten sonra tansiyon ilaçları kullanmaya başladı ama şeker ilacı yoktu. 6 Mart 1920 yılında aramızdan ayrıldıktan 2 yıl sonra şeker ilacı icat edildi. Şu şeker ilacını 4-5 yıl önce icat etseydiniz olmaz mıydı? Ömer Seyfettin size nice yeni hikayeler armağan ederdi.

SON
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
DENİZ KIZI MARY
Bundan yıllar önce, denize kıyısı olan ülkelerden birinde, oldukça mutlu, gelecekten umutlu, Mary adında küçük bir kız ve ailesi yaşıyordu. Balıkçılık yaparak ailesinin geçimini sağlayan baba, aniden ölünce, küçük kız ile annesi yalnız ve aç kaldı. Anne, mecbur kaldığı için, komşu kasabadan bir adamla evlendi. Zalim adam, bir süre sonra anne ve kızına türlü eziyetler yapmaya başladı. Kafasının iyice daraldığı bir gün küçük kızın bacaklarını birbirine yapıştırarak denize attı. Denizin dibini boylamakta olan kızın yardımına balıklar koştu. Balıklar, kızı kucakladıkları gibi, denizlerin taçsız kralına götürdü. Denizlerin taçsız kralı, kötü insanların yaptığı balina katliamlarını önleyemediği için, taç takmazdı. Kral, kızın haline acıdı, onu yanına aldı ve deniz altında yaşamayı öğretti. Küçük kız, kralın yanında sevgi dolu, mutluluk dolu on iki yıl geçirdi. Bu zaman süresince yürüyemediği için, belden aşağısı dönüşüme uğradı ve pullarla kaplandı.

Mary artık on sekiz yaşına gelmişti ve üstü insandı ama altı balık olmuştu yani o artık bir deniz kızıydı. Deniz kızı yüzerken, kayıkla balık avlamakta olan bir adam dikkatini çekti. Bu adam, üvey babasına çok benziyordu, yalnız biraz yaşlanmış ve saçları kırlaşmıştı. Deniz kızı yakına gelerek, kendini tanıttı, ben senin kızınım, dedi ve annesini sordu. Üvey baba, sana anneni anlatırım ama kayığa gelirsen, dedi. Genç kız kayığa çıkınca üvey baba bunun bir deniz kızı olduğunu gördü. Bu durumdan yararlanmayı düşündü. Deniz kızını yakalayıp bağladı ve evine götürdü. Üvey baba daha sonra büyük bir çadır aldı. Çadırın ortasındaki bir direğe deniz kızını kuyruğundan baş aşağı bağladı. Deniz kızının varlığından haberdar olan insanlar, çadıra koştular ve bilet alarak içeri girip, deniz kızını gördüler. Zamanla ülkenin pek çok şehrinden ziyaretçiler geldi. Deniz kızı meşhur oldu ama bu meşhurluğun kaymağını üvey baba yedi. Üvey baba kazandığı paralarla o ülkenin sayılı zenginleri arasına girdi ve lüks içinde yaşadı.

SON
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
800 VE 1500 METRE TÜRKİYE ŞAMPİYONUYDU
Yıl 1975. Galip 800 ve 1500 metrede gençler dalında Türkiye Şampiyonu olmuş ve milli formayı sırtına geçirmişti. Girdiği her yarışta birinci oluyordu. Galip büyükler dalında da birinciliklerini sürdürdü. Artık milli takımın değişmez koşucusuydu. Bu güzel insan, Avrupa Şampiyonu olmayı çok istiyordu. Türk Bayrağı'nı gönderde dalgalandırmak en büyük hayaliydi. Birkaç kez askerliğini erteletmişti. 23 yaşında askere gitti. Askerden geldikten sonra da başarılarını sürdürdü. Birinci olana kupa, madalya veriyorlardı ama para veren yoktu. Zengin işadamları aslansın, kaplansın diyorlardı ama iş veren yoktu, aş veren yoktu. Fabrikanda işçi statüsüne alsan ve O'na bir asgari ücret maaş bağlasan ne kaybederdin? Formasına fabrikanın reklam yazısını koyabilirdin. Bunun için bir ücret ödeyebilirdin. Koşmak karın doyurmayınca şampiyon Galip sınav kazanıp memur oldu.

Aradan yıllar geçti. Yıl 1991. Ben 32 yaşındayım, Galip ile aynı yaştaydık. Bursa Atatürk Stadyumu'nda koşuyordum. Baktım Galip gelmiş, koşucular etrafını sarmışlar. Ben de yanlarına gittim, tokalaştık. Memur oldum, dört yıldır ilk kez buraya geliyorum, dedi. En az yirmi kişi vardı. Aralarında ilkokula, ortaokula giden arkadaşlar da bulunuyordu. Galip önde, öbür arkadaşlar iki yanında ve arkasında yavaş bir tempoyla koştuk. Üç tur sonra Galip, bu kadar yeter, dedi, yoruldum. Nefes nefeseydi. İçim acıdı, üzüldüm, kahroldum. O fırtına adam, 1200 metrede bitmişti. Sen yüksek tempoyla iki saatte on tane 1500 çeken bir koşucuydun Galip. Bu tempoyla iki karışlık koşuda yorulmazdın. Bitti ama göz göre göre bitirdiler. Böylesine yetenekli ve çalışma azmiyle dolu sporcular ender çıkıyor. İlgisizliğin, vurdum duymazlığın nice genç atletleri pistlerden uzaklaştırdığını gördüm. Belki bu hikayeyi okuyanlardan yönetici veya firma sahibi olanlar vardır ve onlar amatör sporculara olanak sağlarlar.

SON

------------------------------------------------------


MİLLİ BOKSÖR MUSTAFA GENÇ İLE İLGİLİ BİR HİKAYE
1975 - 1978 Yılları arasında futbol oynamamın yanı sıra geceleri Bursa Atatürk Stadyumu'nun yanındaki Spor Sarayı'na gider, ağırlık çalışırdım. Spor Sarayı'nın giriş kapısındaki bekçi birkaç taneydi. Bir gün biri, diğer gün başka biri beklerdi. Genelde ağırlık çalışanlara yalnız geldiyse halter salonunun anahtarı verilmez, bekle, bir arkadaşın daha gelsin, denirdi. Hava kararırken geldiğim için, çoğu zaman Spor Sarayı'nın kapısında beklerdim.

İşte böyle zamanlardan birinde, Avrupa'da isim yapmış, Balkan şampiyonu ve defalarca Türkiye şampiyonu olmuş, boksör Mustafa Genç kapıya geldi. Spor Sarayında halter salonunun yanı sıra boks salonu, basketbol sahası, judo ve güreş salonu gibi bölümler mevcuttu. Mustafa Genç gelir gelmez, kapıda bekleyen sporcular etrafını sarıp, onunla konuşmaya başladılar. Mustafa Genç, bütün bir gün fabrikada asgari ücretle çalışarak yorulmuş, sol elinde çantası, sağ elinde simit vardı ve ayaküstü akşam yemeğini yiyordu. Akşam yemeği bir kuru simit? Hani bunun gazozu, ayranı. Ailesini geçindiriyor ve ancak bu kadarına aldığı ücret yetiyor. Avrupa Şampiyonası'nda rakipleri Fransız, İngiliz, Romen, İtalyan boksörler günde 8 saat boks antrenmanı yapıyor. Maaşları üst düzeyde, evleri, arabaları var. Gelecek korkuları yok, yemekler köfteler, dolmalar bolca, düzenli vitamin alıyorlar. Mustafa Genç, bu yaşam farkına karşın, yine de rakipleriyle başa baş maçlar yapıyor ve çoğu zaman galip geliyorsa inanılmazı gerçekleştiriyor demektir. Son olarak Mustafa Genç oradakilere şunları söyledi: Ben de rakiplerimle aynı hayat standardına sahip olsam, simit yerine yemek yesem, dünyada beni kimse yenemez.

Çevrenizde amatör sporcular vardır. Koşucu, boksör, güreşçi, bisikletçi, futbolcu, halterci. Onlara yardım edelim. Bir kutu süt, bir kavanoz bal hediye edelim. Bunu yapamıyorsanız fikir bakımından destek olun. Spor hayatında başarılar dilerim deyin. Bakın onlar buna ne çok sevinecekler. Belki sonradan Türkiye'yi yurt dışında temsil eder ve Türk Bayrağı'nı gönderde dalgalandırırlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
ODUN YARICI
Bugün günlerden ne acaba? Dün ağustos ayına girdik. Bugün ayın ikisi, hafta ortası falan olsa gerek. Her neyse çarşamba veya perşembe ne fark eder? Hava da çok sıcak. Boğucu bir sıcaklık var. Ter içinde kalmışım. Biraz daha gezeyim sonra dinlenirim. Zaten vakit de öğleni geçeli bir saat oluyor. Bugün de iş çıkmayacak galiba. Üç dört gün önce yarım araba odun kesmiştim. O zamandan bu yana boşa dolaşıyorum ya neyse. Gezmeden, dolaşmadan da olmuyor ki. Kim bilecek benim evi de gelecek, “ Hasan Usta, gel bizim şu odunları kesiver “ diyecek. Sonbahar geleydi işler açılırdı, ama oraya daha iki ay var. Tek tük yazdan odun alanlar olmasa bilmem ne olurdu?
Geçen yazın bu sokakta, şu evin bahçesinde odun kesmiştim. İyi de para vermişlerdi. Bakalım yine odun aldılarsa çağırıverirler belki. Sesleneyim biraz durup da: “ Haydi, odun yarıcı geldi, odun yarıcı…Haydi, odun yarıcı geldi, odun yarıcı…” Ses seda yok. İş çıkmayacak galiba. Boş ver. İçim de bayılmaya başladı. Acıkmışım. Sabah evde içtiğim çorba hepsi o kadar. İleride bir bakkal olmalıydı. Bir ekmek alıp, yarısını yiyip, yarısını torbaya koyup, akşama saklamalı.

Oh be, dünya varmış! Neredeyse ekmeğin tümünü yiyiverecektim. Az kaldı ya, pasta gibiymiş. Üstüne çeşmeden kana kana bir de su içtim, kendime geldim azıcık. İyi ki, bu çınarın dibine oturmuşum. Gölgelik, serin burası. Dinleneyim on beş yirmi dakika burada. Karşıdan gelen şu genci birisine benzeteceğim, ama kime? Dur bakalım, yaklaşsın biraz. O’na benziyor ama O değil. O olsaydı, durup şöyle bir bakar, mutlaka beni tanır, hiç çekinmez gelir yanıma oturur, hal hatır sorar konuşurdu. Bu kafasını kaldırıp bakmadı bile. Olsun canım, ben bu genci de pek sevdim. Beni iki üç ay öncesine döndürdü. O’nu daha önceden de görmüşlüğüm vardı. Ben bu ihtiyar halimle, baltam omzumda, kesilecek odun ararken yollarda birkaç defa denk geldiydi. Yanımdan geçerken yavaşlar yüzüme bakardı. Dikkat ederdim, gözleri yaşarır gibi olurdu. Bir iki derken rast geldiği, acaba dedim beni dedesine falan mı benzetiyor da ondan ağlamaklı oluyor. Sonra hiç unutmam tenha bir sokakta oturmuş, öğle vakti ekmeğimi yiyordum. Yoldan geçerken gördü beni, yanıma geldi, oturdu. Hal-hatır sordu. Oldukça mütevaziydi. Laf lafı açtı. Beni sordu: Yaşım 65 dedim. Tek odalı bir evim var dedim. Gençliğimden beri hep oduncuyum dedim, anlattım durdum. Adı Serdar Yıldırım'dı. Kendisi hikayeler yazarmış. “ Senin için de bir hikaye yazacağım dede, dedi. Herkes seni bu hikaye ile tanısın, bilsin, yaşasın istiyorum “ dedi. Acaba yazdı mı ki?..

SON
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
1718553501985.png

BOKSÖR KANGURU DAS
Avustralya Kıtası’nda pek çok kanguru yaşarmış. Bazı zamanlar kanguruların sayısının dört milyonu bulduğu olurmuş. Ormanda, dağda, bayırda, çölde nereye baksan kanguru görürmüşsün. Kangurular, denizin ortasında büyük bir ada olan Avustralya Kıtası’nda öylesine çoğalmışlar ki, bu durum bazı genç kanguruları yeni yaşam sahaları aramaya yönlendirmiş. İşte bu genç kangurulardan biri de Das’mış. Das’ın yakında bir gemiye binerek Kanada’ya gideceği haberi kangurular arasında hızla yayılmış. Das’ın iki yıl sonra geri döneceği ve neler anlatacağı merakla bekleniyormuş.
Das bir gece Sydney Limanı’na gelerek, Kanada’ya giden gemiye gizlice binmiş ve geminin ambar dairesine saklanmış. Burada yiyecek, içecek depoları bulunuyormuş. Gemi, Büyük Okyanus’tan geçerek günler sonra Kanada’daki Prince Rupert Limanı’na varmış. Das geceleri şehrin karanlık sokaklarında gezmiş, dolaşmış. Ama bir gece oradan geçmekte olan, kangurulara boks yapmayı öğretip, onları ringlerde birbiriyle dövüştüren bir menajerin dikkatini çekmiş. Menajer, Das’ı, adamlarına yakalatıp, ringe çıkarmış. Das boks öğrendikçe bu konudaki yeteneği ortaya çıkmış. Çok güçlüymüş ve yumrukları demir gibiymiş.

Das daha sonraki aylarda ringde kangurularla pek çok maça çıkmış. Rakiplerini birer birer yenen Das, final maçına çıkmaya hak kazanmış. Şimdiki şampiyonu yenerse dünya şampiyonu olacakmış. Şampiyonluk maçı tam da Das’ın Avustralya’dan yola çıktığı günün ikinci yıldönümüne denk gelmiş. Arkadaşları, birkaç gündür Das’ın dönüşünü Sydney Limanı’nın karşısındaki tepede bekliyormuş. O gün gelen gemilerin hiçbirisinden Das çıkmamış. O akşam kangurular arası dünya şampiyonluğu maçını pek çok ülke televizyonu yayınlıyormuş. Bunlardan biri de Avustralya televizyonuymuş. Prince Rupert’ten gelen gemi yolcularını boşaltmış ve limanda demirlemiş. Kaptan ve gemi çalışanları boks maçını televizyondan seyrediyormuş. Arkadaşları, Das’ın bu gemiyle mutlaka gelmesi gerektiğini düşünerek, acaba ambarda kilitli mi kaldı yoksa bir aksilik oldu da yakalandı mı, diyerek gece karanlığında gemiye çıkmışlar ve televizyondaki boks maçını görmüşler. Arka ayakları üstünde duran ve ön ayaklarında eldiven olan iki kanguru birbirlerine kıyasıya yumruk atıyormuş. Bazen uzun kuyruklarıyla yere tutunarak, arka ayaklarıyla rakibinin karnına tekme vuruyormuş. Bir kanguru, şu sarı eldivenli bizim Das değil mi, deyince, ötekiler, evet, demişler, bu bizim Das.

Maç sonunda rakibini yenen Das, dünya şampiyonu olmuş ve altın madalya boynuna takılmış. Seyirciler, çılgınca Das’ı alkışlamışlar. Omuzlarda taşımışlar. Yumruklarını havada sallayan ve göğsüne vuran Das, hayatından memnun görünüyormuş. Das’ın dünyanın öbür ucunda olduğunu bilen arkadaşları gece yarısından sonra yola çıkıp sabaha kadar koşmuşlar ve ertesi gün nerede bir kanguru görseler Das’ı anlatmışlar. Das’ın dünya çapında şöhrete ulaştığından bahsetmişler. Onun geri gelmesini ister misiniz, sorusuna kangurular: “ Hayır, gelmesin. Das, kanguruların spor elçisi olsun ve bizi dünyaya tanıtsın. Burada kanguru sürüsüne katılmadığı için, ayrı dururdu. Ayrışmak istedi, bir, tek olmak istedi ve aramızdan ayrıldı. Bizden koptu. Das şimdi hak ettiği yerde, zirvede. Zirvedeki yerini uzun yıllar koruyacaktır. “

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
1729614413510.png


KARAGÖZ İLE HACİVAT: MATİZ
Hacivat'ı gece uyku tutmaz. Sabah erkenden kalkar, giyinip dışarı çıkar. Karagöz'ün evinin kapısını çalar. Bir daha çalar. Karagöz uykulu gözlerle pencereye çıkar. Bakar kapıyı çalan Hacivat'tır: " Hacivat, sabahın seher vakti neden kapıyı çalarsın? " diye sorar.
Hacivat: " İn aşağı Karagözüm, yarenlik edelim. Ben söyleyeyim, sen dinle. Sen söyle ben dinleyeyim. "
Karagöz: " De git Hacivat, başka işin yok mu senin? Alırım ayağımın altına. "
Hacivat: " Gel aşağı Karagözüm, gece uyku tutmadı. "
Karagöz: " Seni uyku tutmadı ama benim uykumu kaçırdın. "
Hacivat: " Uykunu mu kaçırdım? Uykun nereye kaçtı? "
" Uykum sana kaçtı, " diyen Karagöz, pencereden Hacivat'ın üstüne atlar. Boğuşmaya başlarlar. Karagöz'ün elinden kurtulan Hacivat: " Dur Karagözüm, sana bir hesap sorusu sorayım, bilirsen hemen giderim. " der.
Karagöz: " Sor bakayım, benim hesabım kuvvetlidir. "
Hacivat: " İki iki daha kaç eder? "
Karagöz: " Hı.. "
Hacivat: " Yani ikiyle ikiyi toplasan kaç olur? "
Karagöz: " Kaç mı olur? İkiyle ikiyi toplasan kaç olur? "
Hacivat: " Tamam işte Karagözüm, ben sana soruyorum. İkiyle ikiyi topla kaç buldun? "
Karagöz: " İki iki daha şey eder. Ya Hacivat, bu soru kolay, daha zorunu sor. "
Hacivat: " Sen bunu bil, daha zorunu sorarım. "
Karagöz düşünürken, aradan zaman geçer. Sağa sola bakınıp bir kurtarıcı ararken, Tuzsuz Deli Bekir çıkagelir. Hacivat'tan çok Karagöz'le haşır neşirliği vardır: " Vay Karagöz, arpacık kumrusu gibi ne düşünürsün? Karadeniz'de gemilerin batamaz, kayığın olsa Marmara'da batardı. Bilmem anladın mı? "
Karagöz bu matizden oldum olası hoşlanmamıştır. Onun olduğu ortamda dut yemiş bülbüle döner. Matize korkuyla karışık saygı duyar. Her zaman, matizin belindeki bıçak olmasa ben bilirim yapacağımı, der. Ama ufaktan da olsa racon kesmeden duramaz: " Ya matiz, Hacivat beni gece rüyasında görmüş. Sabah erkenden kapıma üşüştü. Soru soracağım, dedi. Şimdi sen söyle: İki iki daha kaç eder, ben bilemem mi? "
Matiz: " Bilemezsin. Bilirsen seni sokak sokak sırtımda gezdiririm. " Der ve belinden bıçağını çıkarır, aha bak şuraya yazıyorum, diyerek çömelip toprağı eşeler.
Bunun üzerine Karagöz sadece küçük değil, büyük dilini de yutar. Sus pus olur ve gözlerini aşağı indirir. İçinden, matiz geldi, beni Hacivat'ın elinden kurtardı ama rezil etmese bari, diye düşünür.
Karagöz'ün süngüsünün düştüğünü gören matiz Hacivat'a döner: "Bak Hacivat, ben ilk mektebin birinci sınıfına giderken, sınıfın en tembeliydim. Arap hoca bize dua öğretirdi. Evde kitaptan iyice çalışın, ezberleyin, gelin. İşte şu, şu duaları okutucam, derdi. Ben evde tastamam duaları ezberlerdim ama Arap hoca karşıma dikilince duaları unuturdum.. Bana kızardı, bağırırdı. Senenin ortasına doğru bu Karagöz bizim sınıfa geldi. Arap hoca beni bıraktı, buna yöneldi. Karagöz araptan çok azar işitti. Üçe gitmedi. Daha sonra başka mahalleye taşındılar, bu da araptan kurtuldu. Arap hoca tekrar bana döndü. Bir sene sonra ben de araptan kurtuldum, dörde gitmedim. "
Matiz derin bir iç geçirir, hal ve gidiş böyle Hacivat kardeş. Haydi, kalın sağlıcakla, der ve yürüyüp gider. Karagöz ile Hacivat ise, az sonra selamlaşıp dostça ayrışırlar.

Yazan: Serdar Yıldırım
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
KARAGÖZ İLE HACİVAT: KOCA KAFALI BİR KELEŞ
Hacivat: " Gökyüzünde yıldız var, ay var. "
Karagöz: " Yeryüzünde baldızımın yaptığı çay var. "
Hacivat: " Gökyüzünde bulut var, güneş var. "
Karagöz: " Yeryüzünde unutma keleş var. "
Hacivat: " Karagözüm, keleş mi var? "
Karagöz: " Var tabi, koca kafalı bir keleş var. "
Hacivat: " Acaba kim bu keleş? "
Karagöz: " Kim olacak tabi ki sen. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, kafan benimkinden büyüktür. "
Karagöz: " Çaresiz kaldığın için, şu attığın çığlıktır. "
Hacivat: " Senin denizin bitmiş, çırpındığın sığlıktır. "
Karagöz: " Sığır sana derler, benden fışkıran sağlıktır. "
Hacivat: " Sığır bana mı derler? Ben sığır falan değilim. "
Karagöz: " Sağır değilsin ama sığır olduğun muhakkak. "
Bana nasıl sığır dersin diyen Hacivat, Karagöz'ün yüzüne sert bir tokat vurur. Karagöz yere yuvarlanır, ayağa kalkar. Sol eli sol yanağının üstündedir.
Karagöz: " Aman Hacivat, bana vurdun. "
Hacivat: " Sen de dayak istedin durdun. "
Karagöz: " Zalim Hacivat, bana vurma. "
Hacivat: " Senin uçarken gördüğün telli turna. "
Karagöz: " Hamama gittim, yoktu boş kurna. "
Hacivat: " Ben seni bilirim, çalar durursun zurna. "
Karagöz: " De git Hacivat, alırım seni ayağımın altına. "
Hacivat: " O biraz zor, bugün üzüm şerbeti içtim. "
Karagöz: " Tarlada buğday, başak mı biçtin? "
Hacivat: " Karagözüm, bugün çok saçmaladın. "
Karagöz: " Hacivatım, seçmeyi bilemedin. "
Hacivat: " Yanlışta olan ben değilim, sensin Karagözüm. "
Karagöz: " Tepeni delerim, budur son sözüm. "
Hacivat: " Karagözüm, barış yapalım, sun bana bir salkım üzüm. "
Karagöz: " İki karış uzakta dur, bir bardak zıkkım çözüm. "
Hacivat: " Nasıl olur, bir bardak zıkkım çözüm? "
Karagöz: " İç zıkkımın kökünü, titrerken gör çözümü. "
Hacivat: " Aman Karagözüm, zıkkım zehir olmasın? "
Karagöz: " Zehir, tehir olmasın, bardağa dolsun. "
Hacivat: " Dur Karagözüm, zehir bardağa dolmasın. "
Karagöz: " O zaman Hacivat sessiz kalsın. "
Hacivat: " Ağzıma fermuarı çektim, işte bak sustum. "


Yazan: Serdar Yıldırım
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
NASREDDİN HOCA KORSANLARA KARŞI
Nasreddin Hoca, Mısır'daki dayısından haber almış. Dayısı, acele gelmesini istemiş. Hoca, Akşehir'den İzmir'e eşeğiyle altı ayda gitmiş. Bir gemiye binip Mısır'a doğru yola çıkmış. Yolda gemiye Rodos korsanları saldırmış. Hoca, yüzükoyun yere yatmış. Sayısı çok fazla olan korsanlar, gemiyi ele geçirmiş. Gemidekileri esir alıp götürmüş. Sadece Hoca kurtulmuş.
Korsanlar gidince Hoca ayağa kalkmış. Sizi melunlar, ayağım takılıp düşmeseydim bilirdim yapacağımı, diye söylenmiş. Dümene geçmiş, rüzgarı arkasına almış ve sonunda Mısır'a varmış. Dayısının Kahire'deki sarayına gitmiş. Görevliler, Hoca'ya, geç kaldığını, dayısının intihar ettiğini söylemişler. Hoca, neden, diye sorunca, Nasreddin'in çocukluğunu bilirim. Eli ve çenesi çabuktur. Hızlıdır. İki ayda Akşehir'den Kahire'ye gelir, demişti. İki ay dolunca bahçedeki en yüksek ağaca çıkıp aşağı atladı. Son sözü, Nasreddin gelmedi, oldu.
Nasreddin Hoca: " Ah dayım, eşek sırtında altı ayda İzmir'e geldim. Kanatlarım olsa, imkansız iki ayda gelemezdim. "
Görevlilerden genç olanı: " Sen o göbekle zor uçardın, hocam, " deyince diğer görevliler gencin ağzını kapatıp oradan uzaklaştırmış.

Daha sonra Hoca dayısından miras kalan saraya çıkmış. Büyük salonda görevliler Hoca'ya ziyafet çekmiş. Çalgılar çalmış, çengiler oynamış. Yemişler, içmişler. Görevliler de, çengilerle birlikte oynamaya başlayınca Hoca ayağa kalkmış ve çalgıları, çengileri dordurmuş. Görevliler de durmuş.
Nasreddin Hoca: " Oldu mu birader, dayıma saygınız yok mu? Zaten yorgunum, bir de sizinle uğraşmayayım. " demiş.
Görevlilerden biri, Hoca'nın yanına gelip: " Hocam, dayının kırkı çıktı. Ben gittikten kırk gün sonra ne isterseniz yapın demişti. "
Genç görevli söze karışmış: " Hoca, bunlar dayın intihar ettiğinin ertesi günü de böyle çalıp oynamışlardı. " deyince diğer görevliler gencin ağzını kapatıp oradan uzaklaştırmış.
Nasreddin Hoca: " Neden ama neden? " diye bağırarak dizlerine vurmuş.
Görevlinin biri: " Gerçek şu ki, dayınız bizi her gün falakaya yatırırdı. Sonradan ayaklarımızın altı şişmesin diye sırtımıza binip yürütürdü. Çektiğimiz acıyı varın tahmin edin. Siz olsanız kurtuldunuz diye sevinmez misiniz? "
Nasreddin Hoca: " Hayret, sizi neden dövüyordu? "
Aynı görevli: " Bizi dövmeyi seviyordu. Dayak yedikçe mutlu olacağımızı düşünüyordu. Ayaklarına kapanıp yalvardık. Merhamet dilendik. Doğrusu budur deyip, sopayı daha bir hırsla kaldırır oldu. "
Diğer görevliler, aynen böyle oldu deyince Nasreddin Hoca, kırkı çıktığına göre, çalgılar çalsın, herkes oynasın, deyip bahçeye çıkmış.

Nasreddin Hoca bir ay Mısır'da kalmış. Sarayı, bağları, bahçeleri satmış. Nil Nehri dayısınınmış. Onu da satmış. Yüz gemilik ve beş bin askerlik bir donanma kurmuş. Bu donanmayla korsanların üstüne yürümüş.
Korsanlar: " Aman, Nasreddin Hoca geliyor deyip gemilerine binip kaçmış. Nasreddin Hoca Rodos Adası'nda ne kadar esir varsa hepsini kurtarmış. Onları donanmaya bindirip İzmir'e getirmiş. Esirler, sağ ol hoca deyip evlerine, köylerine gitmiş. Nasreddin Hoca askerlerine, isteyen burada kalsın, istemeyen Mısır'a dönsün, gemiler sizin, istek sizin, demiş. Nasreddin Hoca bir handa bıraktığı eşeğine binip Akşehir'e dönmüş. Masalımız da burada bitmiş.

SON
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
KORKAK EŞEK
Vaktiyle köyün birinde bir eşek yaşarmış. Bu eşeğin sahibi çok sinirli biriymiş. Sabah, akşam günde iki posta eşeği dövermiş. Eşek her gün dayak yiye yiye korkak bir eşek olup çıkmış. Bahçede yalnız kaldığı zamanlar diğer hayvanlar rahat vermez, gelir eşeğe bağırıp çağırırlar, onu korkuturlarmış. Eşek öyle bir hale gelmiş ki, herşeyden korkar olmuş. Yanında boom diye bağırsalar, çok korkar, bağırır, anırır, etrafı gülenlerle, alay edenlerle dolarmış.
Oralarda bir horoz varmış. Horoz eşekle alay etmez, onu korkutmazmış. Eşeğin derdini paylaşır, onunla arkadaşlık edermiş. Horoz eşekle konuşurken, diğer hayvanlar eşeğe sokulmaz, işlerine bakarlarmış. Köyün diğer tarafındaki bir kümeste yaşayan horoz gidince eşeğin etrafı alaycı hayvanlarla dolarmış. Korkak eşeğin bağırmalarını duyan sahibi onu bir güzel dövermiş. Eşeğin feryatları yeri göğü inletirmiş.
Günlerden bir gün korkak eşek horozla konuşuyormuş.
Korkak eşek: " Ben daha küçükken annem vardı, beni koruyup kolluyordu. Herşey çok güzeldi. Annem ölüp gidince yalnız kaldım. Zalim adam beni hayvan pazarından satın aldı. Bahçesindeki bir ağaca zincirle bağladı. Sopayla dövdü. Bu durum yıllarca sürdü. Geriye işte bu gördüğün korkak eşek kaldı. Kimse bana acımadı. Bir sen arkadaşlık yapıyorsun, bana iyi davranıyorsun. Sen buradayken gelen olmuyor ama sen gidince etrafıma doluşuyorlar. "

Horoz: " Biliyorum arkadaş. Ama geçen gün gitmiş gibi yaptım, ileride yol kenarındaki bir ağacın altına yattım. Senin bağırmanı duyunca kendimi alaycıların ortasına attım. Beni görünce nasıl dağıldılar. Birbirlerine çarpıp yere yığıldılar. Ben sana sopayla saldıran zalim köylüyü döverim ya neyse. "
Korkak eşek: " Hani diyorum gitmesen, yanımda kalsan. Şuraya bir kümes yaparsın, içinde oturursun. "
Horoz: " Onun orası öyle de benim bir kümesim var, içinde tavuklar var, civcivler var. Civcivlerim, yavrularım benim. Ben her gün buraya gelirken, peşimden ağlarlar, baba gitme, burada kal diye yalvarırlar. Günde on beş saate çıkardım seninle birlikte olmayı. Sadece uyumaya kümese gidiyorum. Beni anlaman gerek. "

Günlerden bir gün horoz hastalanmış. Gelip gidemez olmuş. Korkak eşek yalnız kalmış. Sahibi onu daha çok döver, alaycı hayvanlar günün her saati alay eder olmuşlar. Bir gün korkak eşek yalnız kaldığı bir anlık zaman diliminde zincirini kırmış. Kaçarak ormana gitmiş. Onlardan kurtulmuş ama sırtlanlara yakalanmış. Sırtlanlar, korkak eşeğe saldırmışlar. Korkak eşek kaçarak güçlükle canını kurtarmış.

Aradan günler geçmiş. İyileşip ayağa kalkan horoz eşeği bağlı olduğu yerde bulamamış. İzini takip etmiş. Ormanda kuyruğundan bir parça bulmuş. Ağlamış. Göz pınarları kuruyunca hırslanmış. Arkadaşı eşeğin, benim yaşam kalitemi düşüren dediği zalim adamın önüne çıkmış. Onu yakalamış. Yıllarca eşeği bağlı tuttuğu ağaca zincirlemiş. Eşeği dövdüğü sopayla vura vura zalimin hayatına son vermiş.
Horoz kümesine geri dönmüş. Bir sabah eşek çıkagelmiş. Horozla birbirlerine sıkıca sarılmışlar. Horoz eşeği tavuklarla ve civcivlerle tanıştırmış. Eşeğin korkak olduğunu buralarda bilen yokmuş. Yeni bir çevre, yeni bir arkadaş grubu eşeğe iyi gelmiş. İyiliksever fikir ve düşünceleriyle civcivlerin yetişmesine yardımcı olmuş ve hep birlikte aydınlık yarınlara doğru yürümüşler.

SON
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
GEZGİN ŞEHMUZ İZNİK'TE
Gezgin Şehmuz bir gün İznik'e gitmiş. İznik sokaklarında bir süre dolaştıktan sonra göl kıyısına gelmiş. Atını bir ağaca bağlayıp, kıyıdaki büyük taşların bulunduğu yere gidip oturmuş. Aradan yarım saat geçmiş geçmemiş, suyun içinde bir deniz kızı peydah olmuş. Gezgin Şehmuz şaşırmış, şimdi bu deniz kızı da neyin nesi, diye düşünmüş.
Deniz kızı: " Selam Gezgin Şehmuz, nasılsın? " deyince Gezgin Şehmuz daha çok şaşırmış. Öyle ya hadi gölden deniz kızı çıktı, bu olabilir gibiymiş ama deniz kızının kendisine adıyla hitap etmesi olacak şey değilmiş. Nereden tanıyormuş ki, bu deniz kızı Gezgin Şehmuz'u?
Gezgin Şehmuz kendini toparlayıp şöyle demiş: " Sağ ol güzel deniz kızı. İyiyim de şu anda epey şaşkın durumdayım. Ben deniz kızlarının sadece masallarda var olduğunu bilirdim. Daha önceden tanışık olmadığımız halde adımı bilmeniz beni çok şaşırttı. Konuyu açıklığa kavuşturmanızı istemek hakkım sanırım. "

Deniz kızı gülümsedikten sonra şunları söylemiş: " Tabii Gezgin Şehmuz, bu senin hakkın. Gölün altında büyük bir yeraltı şehri var. Dipteki su kanallarından geçilerek yeraltı şehrine inilir. Sokaklar ve evler suyun içinde kurulmuştur. Su kanallarının kapakları özel bir durum yoksa daima kapalıdır. Ender olarak bizden biri göle çıkar. Biz oradan burayı yani dünyadaki insanların yaşayışlarını inceleriz. Daha doğrusu sizi seyrederiz. Konuşmalarınızı duyarız. Sizleri tanırız, biliriz. Yaşantınıza karışmayız. Olaylara müdahale etmeyiz. Bu bir çeşit sihirli aynalar aracılığıyla gerçekleşir. Ben yeraltı şehri kralının kızı Prenses İrona'yım. Gezgin Şehmuz'un göl kıyısına geldiğini görünce durur muyum? Hemen çıkıp geldim. Ne dersin, gelmekle iyi etmedim mi sence? "

" İnan bana deniz kızı gelmene çok sevindim. Ayrıca anlattıkların düşünce ufuklarımı genişletti. İnsanlar çoğunlukla günübirlikçidir, günü yaşamaya, günü kurtarmaya bakarlar. Gelecek hırs vermez, geçmiş ders vermez. Düşünceler belli kalıplar içinde sınırlanmıştır. Bu dar kalıplar içindeki düşünceler körelmiştir. İleri gitme şansı yoktur, tersine daima geriye gider. Bu dar kafa zihniyetinden kendini kurtarabilen, düşüncelerini belli kalıpların dışına taşırabilen özgün düşünme yeteneğini elde eder. Özgün düşünme, kişiye özel sadece o kişinin beyinsel fonksiyonlarının ürünü olan bir sistemdir. Bu yeteneğin kazanılabilmesi için, önce okuyup öğrenmek sonra da öğrendiklerini doğru olarak yorumlayıp, öğretebilecek duruma gelmek gerekir. Gezip dolaşmanın, yeni insanlar tanımanın konu üzerindeki önemi inkar edilemez. "

" Gezgin Şehmuz, sen bir söz ustasısın, bir filozofsun. Şu anda yeraltı şehrinde konuşmalarımız dinleniyor ve yazıcılar bunları kaleme alıyorlar. Az önce söylediklerin bizlere hayatımız boyunca yol gösterici olacaktır, yolumuzu aydınlatacaktır. Bir önerim olacak, bilmem nasıl karşılarsın? Bu konuşmalar masal havası içinde kitap olarak hazırlansa, torbalara konup buraya getirilse, sen atına yükleyip, bu şehirde ve gideceğin şehirlerde, köylerde halka parasız olarak dağıtır mıydın? Bitince geçerken uğrar, yenilerini alırdın. İnsanlara faydası büyük olurdu bu fikirlerin. "

" Prenses İrona, gerçekten asilce bir davranış içindesiniz. Karşılık beklemeden insanlara iyilik yapmak güzel bir duygudur. Önerini kabul ediyorum. "
Daha sonraki günlerde Prenses İrona'nın getirdiği torbalar dolusu kitabı Nicea'da ( İznik'te ) ve çevre köylerde dağıtan Gezgin Şehmuz mutlu bir şekilde oradan ayrılmış. Yeni şehirler görmek üzere yola düşmüş.

SON
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
KELOĞLAN İLE NASREDDİN HOCA
Keloğlan kasabaya tavuk satmaya gitmiş. Pazara gelince elindeki iki tavuğa müşteri aramaya başlamış. Adamın biri tavuklara bir altın vermiş. Keloğlan bunu kabul etmemiş. İlle de iki tavuğa iki altın isterim demiş. Keloğlan’ın tavukları bir altına vermediğini gören adam: “ Bak Keloğlan, bende bir define haritası var. Yalnızım, yaşlandım artık. Bu sebepten defineyi aramaya çıkamadım. Eskiden Zenginoğlu’ nun konağında çalışırdım. Bu haritayı bana Zenginoğlu vermişti. İki tavuk benim olsun, harita senin olsun, defineyi ara bul, ömrünce mutlu ol ” demiş. Keloğlan adama inanmış, değiş tokuş yapılmış. Keloğlan akşamüstü yorgun argın köyüne dönmüş.

Anası: “ A benim kel oğlum, kabak oğlum. Hiç bu kağıt parçasına iki tavuk verilir mi? Sen tavukları satıp gaz, tuz alacaktın. Kandırmışlar seni. Şimdi karanlıkta otur, yemekleri tuzsuz ye de aklın başına gelsin ” diyerek bağırıp çağırmış. Keloğlan oralı olmamış, aklı fikri definedeymiş. Sabahı zor etmiş, erkenden kalkmış.
Anasına: “ Ana ben defineyi aramaya gidiyorum. Kışlık yiyecek hazırlamıştım. Varsın gaz olmasın, akşamları erken yatarsın. Varsın tuz olmasın, komşudan istersin. Defineyi bulursam, seni sultanlar gibi yaşatacağım ”demiş. Anasının elini öpmüş. Keloğlan’ ın kararlı olduğunu gören anası çaresiz fikir değiştirmiş. “ Güle güle git, Keloğlan. İnşallah defineyi bulursun “ diyerek Keloğlan’ ı uğurlamış.

Keloğlan dağ-bayır aşmış, günlerce aramış, sonunda haritadaki kuyuyu bulmuş. Define bu kuyunun içindeymiş. Kuyuya attığı taş tak diye ses çıkarmış. Keloğlan kuyuda su olmadığını anlamış. Fakat geçen yıl köydeki kör kuyuya inen ve bir daha çıkamayan üç kişi aklına gelmiş. “ Yanımda köyden getirdiğim ip var. Kuyunun kenarına bağlayıp insem ya ben de onlar gibi kuyudaki zehirli dumandan boğulur kalırsam halim nice olur, diye düşünceye dalmış. Evvela bana mert, sözünün eri, kuyudaki tehlikeyi ortadan kaldırabilecek bir yardımcı lazım. Böylesi de nerelerde bulunur, diye düşünürken aklına Nasreddin Hoca gelmiş. Tamam demiş Hoca bu işin çaresini bulur. ‘

Az gitmiş uz gitmiş, sonunda Akşehir’ e varmış. Sormuş, Nasreddin Hoca’ nın evini göstermişler. Kapıyı çalmış. Nasreddin Hoca kapıyı açmış. “ Buyurun evladım “ demiş, “ Ben Nasreddin Hoca’ yım. Bir şey mi arzu etmiştiniz? “
“ Hocam bizim köyde bana Keloğlan derler. Sizin önemli bir meselenin çözümüne yardımınızı rica edecektim. Beni dinlemek zahmetine katlanırsanız çok sevinirim. “
Hoca Keloğlan’ ı evine buyur etmiş. Keloğlan define haritasına nasıl sahip olduğunu, anasına veda edip köyden ayrıldığını, haritadaki kuyuyu bulduğunu, kuyuya neden inemediğini anlatmış. “ Eğer defineyi bulursak yarı yarıya paylaşırız, Hocam. Ne dersiniz? ” diyerek sözü bağlamış.
Nasreddin Hoca: “ Uzun süredir kullanılmayan veya etrafındaki toprak tabakasından içine zehirli hava sızan kuyularda, yeterli hava akımı olmadığı için, bu zehirli hava birikir. Eğer böyle kuyulara inilirse insanı zehirler, öldürür. Söylediğine göre kuyunun derinliği dokuz on metre varmış. Kuyunun çevresini kazıp genişletmek çok yorucu ve zahmetli, ikimiz başaramayız. Yardımcı bulmaya kalksak kulaktan kulağa yayılır, halk kuyunun başına dolar. Başka bir yol bulmalıyız Keloğlan. Sen bizde birkaç gün misafir kal, düşünüp hal çaresini bulurum. “

Nasreddin Hoca sonraki iki gün planlar yapmış, taslaklar çizmiş. Planları demirciye götürmüş. Bu aletlerin olanını vermesini, olmayanı çizime uygun olarak yapmasını tembihlemiş. Haftasına aletler hazır olmuş. İki eşeğin çektiği bir araba almış. Arabaya aletleri, yiyecek, içecek gibi ihtiyaçları koymuş. Karısıyla vedalaşıp eşeğine binmiş. Nasreddin Hoca eşeğiyle önde, Keloğlan arabayla arkada, yola koyulmuşlar.

Günlerce süren zahmetli yolculuktan sonra definenin bulunduğu kuyuya varmışlar. Hoca kuyuyu incelemiş. Keloğlan ile birlikte demirciye yaptırmış oldukları büyük körüğü kuyunun yanına indirmişler. Yaklaşık on santim genişliğindeki borunun bir ucunu kuyunun dibine sallamışlar. Diğer ucunu körüğe takmışlar. Birlikte körüğe temiz hava basmaya başlamışlar. Yıllardır burada biriken durgun ve zehirli hava, temiz ve basınçlı havanın etkisiyle parçalanmaya, yavaşça yükselmeye, kuyudan çıkmaya başlamış. Körük her hava basışında kuyudaki zehirli hava oranı azalıyormuş. Bu işlem ertesi gün de devam etmiş. Üçüncü gün kuyunun temizlendiğine kanaat getirmişler. Yine de her şeyden emin olmak için Nasreddin Hoca arabada getirdiği bir kediyi çuvala koymuş. Çuvalı ipe bağlayıp kuyunun dibine sarkıtmış. Yarım saat sonra kediyi çıkardığında dipdiri olduğunu görmüş.

Keloğlan ipi beline bağlayıp kuyuya inmiş. Haritada belirtilen taşı çıkarmış. Taşın altındaki toprağı kazınca, sandığı bulmuş. Yanındaki diğer ipe sandığı bağlamış ve Hoca’ ya kendisini çekmesi için seslenmiş. Keloğlan kuyudan çıkınca, Hoca ile sandığı yukarıya çekmişler. Sandığın kilidini kırıp, kapağını açınca, bir de ne görsünler: Çil çil altınlarla dolu değil miymiş sandığın içi… Çok sevinmişler. Hemen altınları paylaşmışlar.

Ertesi gün, Nasreddin Hoca eşeğiyle Akşehir’e, Keloğlan arabayla köyüne doğru yola koyulmuşlar. Keloğlan köyünde dillere destan bir konak yaptırmış. Hizmetçiler, uşaklar tutmuş. Tarlalar, bağlar, bahçeler satın almış. Anasıyla birlikte sultanlar gibi yaşamaya başlamış. Keloğlan’ ın görülmemiş zenginliği padişahın kulağına gitmiş. Ava çıktığı bir gün Keloğlan’ ın konağına uğramış. Keloğlan padişaha hürmet göstermiş, en iyi şekilde ağırlamış. Gördüğü yakın ilgiden çok memnun kalan padişah, Keloğlan’ ı gelecek ay kutlanacak bayram için, sarayına davet etmiş.

Bayram günü Keloğlan arabalar ve uşaklarla beraber saraya gitmiş. Eğlenceler sırasında padişahın dünya güzeli kızı Menekşe ile tanışmış ve aşık olmuş. Menekşe de Keloğlan’ ı görür görmez sevmiş ve yanından ayrılmak istemiyormuş. Bayram eğlenceleri bittikten sonra Keloğlan konağına dönmüş. Anasına Menekşe Sultan’ ı görür görmez aşık olduğunu, onsuz yapamayacağını söylemiş. Düşünmüşler, taşınmışlar, padişahtan Menekşe’yi istemeye karar vermişler. Daha sonra anasıyla gidip kızı istemişler. Padişah Menekşe’yi Keloğlan’ a vermiş. Keloğlan konağına dönüp düğün hazırlıklarına başlamış. Bir taraftan da Nasreddin Hoca’ ya haberciler gönderip, düğüne davet etmiş.

Nasreddin Hoca payına düşen altınlarla Akşehir’e döndükten sonra yoksulları, yetimleri, giydirip kuşatmış, parasının çoğunu hayır işlerinde kullanmış. Bir yandan da Keloğlan’ın köyünde konak yaptırdığını, uşaklar tutup, araziler satın alıp sultanlar gibi yaşamaya başladığını dost sohbetlerinde ve gelip giden yolculardan duyar, anlatılanlara sevinirmiş. Keloğlan’ ın düğün haberini ve Menekşe Sultan ile evleneceğini duyunca keyfi pek yerine gelmiş. Hemen düğüne gitmek için hazırlıklara başlamış. Halılar, kürkler, ipek kumaşlar almış. Menekşe’ye küpe, kolye, gerdanlık gibi ziynet eşyaları almış. Ayrıca dört atın çektiği iki araba satın almış, iki tane de uşak tutmuş. En değerli elbiselerini, en gösterişli kürkünü giymiş. Karısıyla birlikte düğünden birkaç gün önce yola çıkmış.

Nasreddin Hoca maiyetiyle birlikte gayetle şatafatlı bir şekilde saraya varmış. Keloğlan Hoca’ yı kapıda karşılamış. Elini öpmüş. Sarılmışlar, hasretle kucaklaşmışlar. Düğün gününe kadar Hoca başından geçmiş nice olaylara ince espriler katarak anlatmış. Davetlilerin hoşça vakit geçirmelerine yardımcı olmuş. Sazlı, sözlü eğlenceler arasında Keloğlan ile Menekşe Sultan evlenmişler. Mutluluklarına diyecek yokmuş. Daha uzun yıllar mutlu ve bahtiyar olarak yaşamışlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

BU MASALIN BULUNDUĞU KİTAPLAR:
Limon Kokulu Masallar - Yakamoz Çocuk - Mart 2015 - Sayfa 73-90
Masal Saati Tik Tak - Kasım 2014 - Sayfa 88-109
En Güzel Keloğlan Masalları - Yakamoz Çocuk - Kasım 2013 - Sayfa 211-229
Masal Bahçesi - Revzen Kitap - Kasım 2015 - Sayfa 154-172
Keloğlan Masalları - Gönül Yayıncılık - Sayfa 50-54
Keloğlan Masalları - Akvaryum Yayınevi - 2009 - Sayfa 59-63
Yayınevleri internetten alıyorlar. İşin parasal yönü yoktur. Benim amacım okuyucuya güzel eserler sunmaktır.
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
KELOĞLAN SERDAR YILDIRIM'A KARŞI
Bir adım, iki adım, üç adım. Dört yanına dört eder kırk dört adım.
Keloğlan, İnegöl ile Yenice arasındaki göl kıyısında balık tutuyormuş. Tutuyormuş da kovası boşmuş. Sabah erkenden göl kıyısına geldiğinde öğle yemeği derdindeymiş. Öğlene kadar boş geçmiş, akşam yemeği için, dertlenmiş. Eli boş gidersem, anam bırakmaz eve gireyim. Ormanda yatılmaz ya kurt, kuş dolu. Hiç olmazsa bir balık yakalasaydım. Oltanın ucuna yem takarım, balık gelir, yemi yer ama oltaya yakalanmaz. Göl balık dolu. Millet gelir, kovayı doldurur ve gider. Bu balık tutma işi etti beni heder.

Zaman gezgini Serdar Yıldırım Keloğlan'ı görünce yanına gelmiş. Bu ikisinin daha önce yaşadığı maceralar varmış.
Serdar: " Selam Keloğlan. Bakıyorum kovan dolu. Göldeki bütün balıkları tutmuşsun. "
Keloğlan: " Serdar, selam da sen eskiden benimle alay etmezdin. Bana daima yardımcı olurdun. Benim de sana çok yardımım oldu. "
Serdar: " Alınma be Keloğlan. Şakacıktan öyle dedim. Söz seninle bir daha bu tarz konuşmam. İlk ve son olsun. "
Keloğlan: " Özürünü kabul ettim, gitti. Sen benim öyle dediğime aldırma. Sabahın adı var, bir balık tutamadım. Üzüntüden çakıl taşı kadar küçüldüm, kaldım. "
Serdar: " Demek üzüntün bundandı. Ben de seni buraya yeni geldin sandım. Bak sana nasıl balık tutulur, göstereyim. Kovayı alır, suyun içine girersin. Kovayı uzatırsın ve haydi bakalım balıklar, atlayın kovanın içine dersin. Balıklar kovaya dolunca eve gidersin. "

Serdar dediğini aynen yapmış. Biraz sonra bir kova dolusu balıkla Keloğlan'ın yanına gelmiş. Balıkları gören Keloğlan çok sevinmiş. Şimdi hedef Keloğlan'ın eviymiş. Keloğlan balıkların hepsini ben tuttum deyince anası, bravo benim balıkçı oğluma demiş ve balıkları pişirmek için, ocağın yanına gitmiş.
Keloğlan: " Daha daha nasılsın? " diye sormuş.
Serdar: " İyiyim, hoşum, doluyum, boşum. Haberler sende. Birkaç ay önce taşındığın bu yeni evine alışabildin mi? "
Keloğlan: " Buraya alıştım alışmasına ama bir de aşk durumları oldu. Hayır, sorma, hiç anlatmam. "
Serdar: " Aşk durumları ha? Aşık oldun yani. Belliydi balık tutamadığından. Aşık adamın oltasına balık takılmazmış. Ben sormadım sen de anlatma. Kime aşık oldun bakalım? Kim bu şanslı kız? "
Keloğlan: " Angelacoma ( İnegöl ) Tekfuru Nicola'nın kızı. Bu eve taşındığımızın ertesi günüydü. Göl kıyısında karşılaştık. Bir an gözgöze geldik. Kalbim davul gibi gümledi, burnum zurna gibi öttü. Aşık olmuştum. Kız da bana karşı ilgi duymuş. Yanıma geldi. Adımı sordu. Keloğlan dedim. Meğer o beni eskiden beri tanıyormuş. Adımı biliyormuş. Elele tutuştuk, geleceği konuştuk. Serdar senin geleceğe ait tahminlerin tutuyordu. Hani diyordun ya: Bin yıl sonra insanlar ne seni ne beni unutmazlar. Bu düşüncen ilk anda bana olamaz gibi gelmişti ama öncesinden benim adım hatırlanır. Sen de benim masallarımı yazdığın için ve o masallardan bazılarında olduğun için, senin adın da unutulmaz. Senin şu an itibarıyla yaşadığın tarih nedir? "
Serdar: " Bence bugün 22-Ağustos-2016 yılındayım. "
Keloğlan: " Gelecek yıllara, yüz yıllara, bin yıllara benden kucak dolusu selam. "
Serdar: " Benden de selam. Önce şiir yazmaya başladım. Sonra masal ve hikaye yazmaya. İnternete 2006 yılında girdim. Eserlerimi yayınlamaya başladım. Çok ilgi gördü. Okurlar, yazdıklarımı beğendiler. 2011 yılında Ankara'dan Sıradışı Yayınları benimle irtibata geçerek on tane masalımı ayrı ayrı kitaplar halinde, büyük boy ve resimli olarak yayınladı. Sonradan pek çok yayınevi haberim olmadan internetten masallarımı alarak masal kitaplarında ve yardımcı ders kitaplarında yayınladı. 155 tane kitap ve dergide eserlerimi bulup satın aldım. Kimbilir daha kaç tane var? "
Keloğlan: " Benim masallarımı da yazıyordun. Kaç tane oldu? "
Serdar: " 58 tane oldu. Tüm yazdıklarım 280 tane oldu. "
Keloğlan: " 58 tane Keloğlan masalı mı? Var git sen 1.000 yıl daha yaşa. 2.000 tane olmazsa hakkımı helal etmem. "
Keloğlan'ın anası: " Haydi çocuklar, balıklar pişti, sofraya düştü. Soğumadan karnınızı doyurun da sonra atmaya, tutmaya devam edersiniz, " deyince iki aç insan sofraya oturmuş. Dakikalar sonra sofrada balıktan eser kalmamış.

Serdar bir ay Keloğlan'ın evinde misafir kalmış. Sonrasında köye gelen bir tellal Angelacoma'nın Turgut Alp tarafından alındığını söylemiş. ( MS.1299 ). Bundan dolayı Osman Gazi, Burussa ( Bursa ) kapısına dayanmış.

Keloğlan: " Duydun mu Serdar, Angelacoma'da savaş olmuş da bizim haberimiz olmamış. Orası kaç adımlık yer? "
Serdar: " Tekfurun kızı kimbilir şimdi ne haldedir? Belki de babasıyla birlikte esir düşmüştür. "
Keloğlan: " Ne? Esir mi düşmüştür? Kalk Serdar, kalk. Gidelim Angelacoma'ya, varalım Turgut Alp'in huzuruna. Ettiyse esir tekfuru, istesin tekfurdan kızını. "

Keloğlan ile Serdar, hızla yürüyerek gitmişler ve Turgut Alp'in huzuruna çıkmışlar. Turgut Alp'in işi başından aşmış. Keloğlan'ı dinleyince vezirine dönerek, kıza sorun, istiyorsa varın gidin evlendirin Keloğlan'la, demiş. Kız evet deyince Keloğlan ile tekfurun kızı evlenmiş. Birlikte köye dönmüşler. Anası Keloğlan'ı ve kızı güleryüzle karşılamış. Eve buyur etmiş.

Serdar bakmış ilgilenen yok oradan ayrılmış. Zaman gezgini olarak geçmişin ve geleceğin labirentlerine doğru yola çıkmış. O labirentler ki, bazen çok soğukmuş, bazen sıcakmış. Çok soğuk olunca beyni buz tutarmış, bir cümle bile yazmak istemezmiş. Bazen sıcak olurmuş, yazdıkça yazacağı gelirmiş. Serdar, yazdıklarımı okuyan oldukça yazmaya devam edeceğim, demiş.

Orhan Gazi Bursa'yı almış.
Turgut Alp İnegöl'e yerleşmiş.
Keloğlan, tekfurun kızı ile mutlu olmuş.
Serdar Yıldırım bu masalı yazmış.

Keloğlan bahçeden dört gül koparmış.
Birini Orhan Gazi'ye, birini Turgut Alp'e.
Birini tekfurun kızına, birini anasına vermiş.
Serdar olayı duyup geri gelmiş, hani bana demiş.
Keloğlan sana yok demiş ve eve girip kapıyı kilitlemiş.

SON
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
Pakistan Punjab Üniversitesi'nde Okutulan Ders Kitabında Hikayelerim Çıktı
Pakistan Punjab Üniversitesi'nde Okutulan Ders Kitabındaki Hikayelerim
KIRLANGIÇ İLE SERÇE
SARAYIN SÜTÇÜSÜ ( AYŞECİK İLE YASEMİN SULTAN )
GÜLHANE PARKI ( BÜCÜR ZÜRAFA )
GEZGİN ŞEHMUZ ( GEZGİN ŞEHMUZ İLE FAKİR PADİŞAH )
GÜZEL BİR YAZ GÜNÜ ( ANNE GÜVERCİN )

Yazdığım bu hikayeler Pakistan'ın Lahore şehrinde bulunan Punjab Üniversitesi'nden öğretim görevlisi Dr.Abdul Majid Nadeem tarafından hazırlanan TÜRKÇE DİLBİLGİSİ kitabının TÜRKÇE METİNLER bölümünde çıktı. Hikayeler 106 - 115 sayfaları arasındadır. Hikayelerin altında adım yazmaktadır.

Kitabın yazarı: Abdul Majid Nadeem
University of the Punjab, Lahore, Pakistan, Arabic, Faculty Member

Linki tıklayınız. Gelen sayfanın yüklenmesi için, birkaç saniye bekleyiniz ve sayfayı yukarıya doğru kaydırınız. İyi okumalar.

--------------------------------------------------


Romanya Demokrat Türk Birliği Yayın Organı Hakses Dergisi'nde benim yazdığım Baba Koç ile Kızıl Kurt isimli masal çıkmıştır. 26-27. sayfadadır. Masalın altında adım yazmaktadır.


----------------------------------------------------


KONUŞAN LEYLEK
Yazan: Serdar Yıldırım
Benim yazdığım bu masal peştuca diliyle yayınlandı.
Afganistan’da ve Pakistan’ın batı kesiminde yaşayan Peştunların konuştuğu dil. Hint-Avrupa dillerinin Hint-İran dilleri öbeğine bağlıdır. Kırk beş harfli bir alfabesi vardır.
Peştunlar tarafından konuşulan dil, Darice ile birlikte Afganistan'ın iki resmi dilinden biridir. 40 ila 60 milyon arasında kişi tarafından konuşulduğu düşünülen dil, Peştun kimliğinin temel "unsurlarından" biridir. Peştuca, bu dile uyarlanmış Arap alfabesiyle yazılır. Ayrıca Farsça ve Arapçadan girmiş çok sayıda kelimeye rastlanır.


Sayfayı yukarı doğru kaydırırsanız Konuşan Leylek masalına daha kolay ulaşırsınız.
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
SERDAR YILDIRIM FABL HİKAYELERİ
ŞANSSIZ KÖYLÜNÜN ŞANSI
Köylünün birinin hiç şansı yokmuş. Doğuştan şanssızmış. İşleri ters gidermiş. Günlerce uğraşmış, tarlasını kazmış, tohum atmış. Sonbahar yağmurları başlamış ama çevredeki tarlalara yağmur yağmasına karşın, şanssız köylünün tarlasına bir damla yağmur düşmemiş. Köylü çaresiz dereden taşıma suyla tarlasını sulamış.
Mart ayında hava ısınmış, güneş çıkmış, tarlalarda ekinler boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya, ağaçlar çiçek açmaya başlamış. Bu yalancı bahar uzun sürmemiş, aniden yağan dolu tarlaları alt üst etmiş. Tahmin ettiğiniz gibi, şanssız köylünün tarlasına dolu yağmamış, o da bol ürünü, şu yokluk zamanında iyi bir fiyata satarak zengin olmuş.
Şansım yok diye dövünme, şanslıyım diye sevinme. Devran döner ve öyle bir gün gelir ki, şansım yok diyen sevinir, şanslı dövünür.

-----------------------------------------------------------

DOMUZUN AŞKI
Genç bir erkek domuz, genç bir dişi domuza âşık olmuş. Ona aşkını anlatmış ve aşkına karşılık bulmuş. Bir gün genç domuz, bir kutu çamur hediye götürerek dişi domuzu babasından istemeye gitmiş. Dişi domuzun babası bir kutu çamuru az bulmuş ve içinde çamur banyosu yapabileceği kadar geniş bir çamur havuzu istemiş.
Genç domuz, babanın bu isteğini karşılayıp, dişi domuzla evlenmiş. Dört ay sonra on tane yavrusu olan genç evliler, dededen izin alarak, yavrularıyla birlikte çamur havuzunda yuvarlanmışlar. Bu çamur, onların derilerindeki parazitlerden kurtulmalarını sağlarmış. Böylece sağlıklı ve zinde olmuşlar.
Sanma ki anneler ve babalar gençlerin kötülüklerini isterler. Onlar, şunu bunu istedi diye kızılmaz. Böylece bazı şeylerin geri dönüşümü kolaylaşır.

-----------------------------------------------------------

KURDUN TİLKİYE OYUNU HAZIRLADI SONUNU
Kurdun biri tilkinin mağarasını elinden almak için, yalancıktan kavga çıkarmış. Bunun üzerine tilki kurdu dövünce, kurt ağlayarak aslanın huzuruna çıkıp olanları anlatmış ve tilkinin kendisini döverek, mağarasını sahiplendiğini söylemiş. Kurda inanan aslan mağarayı tilkiden alarak kurda vermiş ve tilkiyi ormandan kovmuş.
Tilki bunun altında kalır mı, ona boşuna kurnaz dememişler. Ormanı terk edip giderken, kurdun aslanın tahtında gözü olduğunu etrafa yaymış. Bunu duyan aslan kurdu yakalayıp öldürmüş, mağarayı tilkiye geri vermiş ve tilkiyi yardımcısı yapmış.
Birine tuzak kurmak istiyorsan vazgeç, alelacele kazdığın derin olmayan çukura o basar, çıkar ama sen onun kazdığı derin çukura bastığında bir daha çıkamazsın.

-----------------------------------------------------------

ODUNCUNUN İKİ KIZI
Oduncunun iki kızı varmış. Kızlardan biri zengin ama gönlü fakirle, diğeri fakir ama gönlü zenginle evlenmek istermiş. Sonunda bu kızlar muratlarına ermişler ve istedikleri gibi birer koca bulmuşlar.
Zengin olan katı yürekli ve cimri, fakir olan yufka yürekli ve eli açıkmış. Zenginle evlenen kızın kocası paraya acımış, karısına yıllarca elbise almamış, cebine beş kuruş koymamış. Fakirle evlenen kızın kocası paraya acımamış, her sene bir elbise almış, cebine kuruşları koymuş.
Zenginle evlendim diye sevinme, fakirle evlendim diye yerinme. Bu iş kısmet işi, zengin olsun, fakir olsun, evleneceğin olmalı er kişi.

-----------------------------------------------------------

KEDİLER VE FARELER
İki katlı villanın iyi kalpli ama uykucu bir kedisi varmış. Villanın sahibi olan adam ve karısı sabah erkenden bürolarına gidince bütün gün yan gelip yatarmış.
Bir gün buraya anne fare ile dört yavrusu gelmiş. Salonun köşesine yuvalarını hazırlayıp, mutfaktan yiyecek aşırmaya başlamışlar.
Günler geçip gittikçe fareler burasını çok sevmişler ama kediye bir türlü ısınamamışlar. Kendilerine nazik davranan, yiyeceklerin yerini gösteren kediyi sonunda kovmuşlar. Villa sahibi, bakmış kedi gitmiş, yerine Canavar adında bir kedi satın almış. Canavar, bırak farelerin mutfağa gitmesine, burunlarını yuvadan çıkarmasına izin vermemiş.
Yavrularıyla birlikte aç kalan anne fare bir fırsatını bulup villadan kaçmış ve iyi kalpli ama uykucu kediyi ormandaki bir kulübede bulmuş. Ona durumu anlatmış, af dilemiş ama kedi kesinlikle geri dönmemiş. Daha sonra yavrularını yanına alan anne fare, gözyaşları içinde, villadan ayrılmış. İyi kalpli ama uykucu kediyi ne kadar sevdiğini hep yavrularına anlatmış.

-----------------------------------------------------------

BAL ARISI VIZ VIZ
Bal arısı vız vız uçarken, bir evin duvarına çarpıp, yere düşmüş. Bir süre baygın kaldıktan sonra kendine gelmiş. Sağ tarafında büyük bir acı hissetmiş. Kanadı yerinde yokmuş. Anlamış ki kopmuş. Kanadını arayıp bulmuş ama yerine takamamış. Bu duruma çok üzülmüş. Kopan sağ kanadını sol kanadının altına kıstırmış. Ormana doğru yürümüş. Onu bu halde gören birkaç arı yanına gelmiş. Vız vız, kanadım, demiş; arılar, kanatçı baba, demişler. Kanatçı baba, karşı dağda yaşar. Dağa git, onu bul, kanadını yerine takar.
Vız vız dağa çıkmış, kanatçı babayı bulmuş. Bal arısı kanatçı baba, vız vızın kanadını yerine takmış. Vız vız çok sevinmiş, kanatçı babayı öpmüş. Sevincinden yerinde duramamış, havalara uçmuş.
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
KRAL VE İKİ EJDERHA
Vaktiyle çok yüksek surları olan ve bir kral tarafından yönetilen bir şehir devleti varmış. Halk huzur içinde yaşıyormuş. Günlerden bir gün ormandan gelen iki ejderha şehrin giriş kapısının sağ ve sol yanına oturmuşlar. Kendilerine her gün birer insanın kurban olarak verilmesini yoksa şehri yıkacaklarını söylemişler. Kral, baş vezirin itirazına karşın, ejderhaların isteğini kabul etmiş ve her gün iki insanı ejderhalara vermiş. Sonradan ejderhalar isteklerini giderek arttırarak beşer insana kadar çıkarmışlar. Şehir halkı giderek azalmaya başlamış.
Gece baskınıyla ejderhaları yok edelim, diyerek ilk günden beri kralın başını ağrıtan baş vezir şehirden kaçarak kurtulmuş. Şehirde son kalan insan olan kral ise, ejderhalara yem olmuş.
Sen kral bile olsan önerilere kulak as. Önerilere kulak asmazsan, öneriyi yapan kaçar gider, sen ise, kaçamaz yakalanırsın.

-----------------------------------------------------------

SİMİTÇİ MAYMUN VE YABAN DOMUZU AİLESİ
Bir maymun varmış. Ormanda simit satarmış. İyi kalpliymiş ama fakirmiş. Bir gün bu maymuna kaldırımda yürürken, yolda aşırı hızla giden ve virajı alamayan genç yaban domuzunun kullandığı motosiklet çarpmış.
Çarpmanın şiddetiyle maymunun kafası bir binanın duvarına çarpmış. Çok kan kaybeden maymunu hastaneye kaldırmışlar ve ameliyata almışlar. İki ay komada kalan maymun nihayet kendine gelmiş. Bir ay kadar daha hastanede yatan ve hastane koridorlarında gezmeye başlayan maymun mahkemeye çağrılıp sanık sandalyesine oturtulunca ne yapacağını bilememiş. Motorda hasar bıraktı diye, genç yaban domuzu ve ailesi tarafından mahkemeye verilmiş.
Mahkemede, yaban domuzu ailesinin avukatı, maymunu suçlamış. Maymun, yarası iyileşmediği ve beyninde hasar olması sebebiyle konuşma zorluğu çektiği için, kendini savunamamış.
Hâkim, maymunu suçlu bulmuş. Bunun üzerine maymun, yaban domuzu ailesine, avukata ve hâkime yalvarmış, ağlamış, gözyaşı dökmüş. Sonunda maymunun haline acıyan yaban domuzu ailesi, şikâyetini geri almış ve hâkim de, maymunu serbest bırakmış.

-----------------------------------------------------------

CESUR TAVŞAN
Kral aslan sarayda yapılacak toplantıya bazı hayvanların liderlerini çağırmış. Bunlar kaplanların, tavşanların, kurtların, geyiklerin, ayıların ve domuzların liderleriymiş. Kral aslan toplantının yapılacağı gün nezle olduğu için toplantıya katılamamış ama bir genelge yayınlamış. Bu genelgede katılımcıların aralarından oy birliğiyle bir başkan seçmelerini ve bu başkanın kendisine vekalet etmesini istemiş. Vekilin alacağı kararlar benim kararım sayılır, demiş.
Seçimde tavşanların lideri cesur tavşan oyların büyük çoğunluğunu alarak başkan seçilmiş. Bu tavşan geceyarısı ormanın derinliklerinde yalnız gezecek kadar korkusuzmuş. Onun cesaretine saygı duyan panterler, leoparlar karanlıkta cesur tavşanı görünce saklanıp geçip gitmesini beklerlermiş. Cesur tavşanın ilk işi toplantıya katılanlarla birlikte giderek tahtı ele geçirmek olmuş. Kral aslan bağlanarak zindana atılmış. Cesur tavşan kral olmuş ve uzun yıllar boyunca ordusuyla birlikte diğer ormanlara saldırmış, pek çok can almış.
Kral olmadan önce savaşa karşı olan cesur tavşanın bu derece başkalaşması, değişime uğraması, can alması, cesurken zalim olması yaşanmamış değildir. Prens kral olur, şehzade padişah olur, değişir. Hele hele çobanın hükümdar olup da diğer ülkelere saldırması, taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmaması açıklanamaz bir faciadır.

-----------------------------------------------------------

KUKLACI
Köy, kasaba, şehir demeden gezip dolaşan ve kukla oynatarak insanları eğlendiren bir kuklacı varmış. Kuklacı oyun bittiğinde şapkasını uzatır, seyircilerden para toplarmış ama para veren az olurmuş. Kukla oynatırken devleşen kuklacının neşeli hali, oyun bitince üzgün bir hal alır, başı önde seyir meydanından ayrılırmış. Az önce onu alkışlayanlar, acıyarak bakarmış.
Bir gün bu kuklacı bir kasabada kukla oynatırken, açlıktan başı dönmüş, gözleri kararmış, düşüp kafasını taşa çarpmış ve oracıkta ölmüş. Olanları oyunun bir parçası sanan seyirciler, kuklacıyı çılgınca alkışlamışlar. Seyretmeye beş yüz kişinin geldiği kuklacının cenazesinde beş kişi varmış.
Yol kenarlarında kukla oynatan, gitar çalan, şarkı söyleyen sokak sanatçıları görürseniz boş geçmeyin, onlara para verin. Sanat parayla satın alınmaz ama aç karnına da sanat yapılmaz, bunu unutmayın.

-----------------------------------------------------------

KURBAĞALAR
Eski zamanlarda bir dere kenarında yüzlerce kurbağa yaşıyormuş. Bu kurbağalar neşeliymiş, güler yüzlüymüş. Savaş nedir bilmez, barış içinde yaşarlarmış. Bir gün bu dere kenarına hayalperest bir kurbağa gelmiş. Nana adındaki bu kurbağa devamlı olarak hayal görürmüş ve gördüğü hayalleri gerçekmiş gibi anlatırmış. Nana kısa zamanda kendine pek çok yandaş bulmuş. Yandaşlarıyla birlikte ayaklanmış ve kendine inanmayanlara karşı savaşıp, onları yenmiş. Böylelikle onlarca kurbağanın canı pahasına hükümdarlığını ilan etmiş. Nana tahta oturur oturmaz kurbağalara neşelenmeyi, güler yüzlü olmayı yasaklamış. Onların üstünde baskı kurmuş, yediklerine, içtiklerine karışır olmuş.
Maşumu adındaki genç bir kurbağa Nana'nın fikirlerini anlamsız bulmuş. Kurbağaların en üstün canlı varlıklar olduğu düşüncesi üstüne yaşam felsefesini kurmuş. Kısa zamanda kendine pek çok yoldaş bulmuş.
Günlerden bir gün Maşumu'nun yoldaşları Nana'nın yandaşlarıyla savaşmışlar ve onları yenmişler. Sonraki yıllarda kurbağalar, özgür düşünce sistemini kurmuşlar, her çeşit konuda fikir ileri sürüp, yorum yapmışlar. Yokmuş öyle, böyle düşün, şöyle düşünme. Kim kimin özgür düşünme yeteneğine pranga vurabilir? Kim kimin yaşantısına karışabilir? Böylelikle kurbağalar mutlu bir şekilde yaşantılarını sürdürmüşler.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
ZÜRAFA İLE KARINCA
Zürafa ile karınca arkadaş olmuşlar. Zürafaların ses telleri yokmuş, konuşamazlarmış ama bu zürafa konuşuyormuş: " Sen ne diyorsun arkadaş? Dünyada insan nüfusu çok fazla. Yedi milyar kadar var. Orta ölçekli bir şehir nüfusu üç milyon. "
Zürafa konuşmasını bitirince karınca başlamış anlatmaya: " Yedi milyar insan çok az. Dünyadaki karıncaların toplamı sekiz yüz milyardan fazla. Bir şehir üç milyon diyorsun. İçinde benim de yaşadığım orta boy bir karınca yuvası beş metre derinliğinde ve on iki metre eninde sekiz milyon karıncayı barındırıyor. Karıncalar dünyadaki karada yaşayan canlıların toplamından daha çoktur. "
Zürafa: " Biz zürafalar ise, uzun boyluyuz ama sayımız azdır. Dünyadaki zürafaları toplasan yirmi bin etmez. Nedeni az ürememizden. Yavru zürafaların büyümesi yıllar alır. Aslanlardan başka düşmanımız yoktur. Mağaramız, evimiz yoktur. Tabi siz toprak altında yaşadığınız için türlü tehlikelerden uzaksınız. "
Karınca: " Neden? Karıncaların hiç mi düşmanı yok sanıyorsun. Bir karıncayiyen yuvanın başına çöreklense birkaç yüz karınca yemeden gitmez. Uzun, ip gibi dili yapışkanlıdır ve her dilini ağzına çekişte pek çok karınca yakalar. "
Zürafa: " Bak karınca, benim dilim de uzundur. "
Zürafa yanındaki ağacın üst dallarında durmakta olan karıncaya dilini göstermiş. Zürafanın kırk santimetre boyundaki uzun dilini gören karınca hayretler içinde kalmış ve bir an boş bulunarak aşağı düşmüş. Karıncanın düşüşünü çaresizlik içinde seyreden zürafa birkaç adım geri gitmiş. Sağa sola bakınmış. Karınca ağacın alt dallarına, yapraklarına mı takıldı, yoksa yere, çimenlerin arasına mı düştü belli değilmiş. Üstüne basarım, karıncaya bir zarar veririm diye arayamamış. Zürafa daha sonra yürüyüp gitmiş.
Birkaç gün sonra zürafa o ağacın yanından geçiyormuş. Bir ses duyunca başını çevirmiş, aynı karınca, aynı dalın üstünde duruyormuş. Seslenen oymuş.
Karınca: " Zürafa, baksana buraya. Öyle geçip gidiyorsun. İki gündür buradayım. Ben yere düştükten sonra hemen toparlanıp ayağa kalktım. Sen bakındın, beni göremedin, gittin. Ertesi gün bu dala çıktım. Seni bekledim. Her neyse sonunda geldin ya seni çok özlemiştim. "
Zürafa: " Ben de seni çok özledim, karınca. Hayatta olman beni sevindirdi. "
Karınca: " Bak zürafa, konuşmamıza devam ederiz ama bir daha dilini göstermek yok. Tamam mı? "
Bunun üzerine zürafa: " Tamam karınca kardeş, bir daha dilimi göstermem. " demiş ve gülüşmüşler.

-----------------------------------------------------------

GERGEDAN, FİL, ZÜRAFA VE MAYMUN
Fil, gergedan ve zürafa ile arkadaşmış ama gergedan ile zürafa arkadaş değilmiş. Filin zürafa ile konuştuğunu gören gergedan bunu önemsemezmiş. Zürafa fili gergedanla konuşurken görünce üzülür ve gergedanla arkadaşlığına bir son vermelisin, dermiş. Oralarda büyük bir yemiş ağacı varmış. Gergedan dallara ulaşamaz ağacın dibine düşen yemişlerle idare edermiş. Fil alt dallarda bulduğu yemişleri koparıp yermiş. Zürafa ise, orta seviyedeki dallardan kopardığı yemişleri yermiş. Esas olgun ve tatlı yemişler üst dallardaymış ama hiçbiri bu yemişlere ulaşamazmış.
Günün birinde bir maymun yemiş ağacına çıkmış ve üst dallardaki yemişleri yemeye başlamış. Maymunu gören gergedan, fil ve zürafa öylece bakakalmışlar. Durumu farkeden maymun, yemişler bana da onlara da yeter deyip, topladığı yemişleri ikram etmiş. Maymunun yardımlaşma ve paylaşma isteğini gören gergedan ile zürafa maymundan utanmışlar. Önce file sonra da birbirlerine sıkıca sarılmışlar. Sonsuza kadar arkadaş kalacaklarına söz verip maymunu dördüncü olarak aralarına almışlar.

-----------------------------------------------------------

ŞARKI SÖYLEYEN AYICIK
Ayıcığın annesini avcılar vurmuş. Yalnız kalan ayıcık ormanda zor günler geçirmeye başlamış. Çok dertliymiş. Derdini şarkı söyleyerek hafifletmeye çalışmış. Şarkılarında annesinin vuruluşunu ve yalnız kalışını anlatmış. Ayıcık şarkı söylerken bülbüller, kanaryalar bile susarmış. Geçen günlerle birlikte orman hayvanlarından pek çok taraftar toplamış. Annesini vuran avcıları taraftarlarına yakalatmış. Onları korsanlardan kalmış demir parmaklıklı bir mağaraya hapsetmiş. Uzun yıllar mağaranın önünde nöbet beklemiş. Annesini geri getiremezmiş ama bu avcılar cezasını çekmeliymiş. Zamanla avcılar ölüp gitmiş. Ayıcık kocaman bir ayıymış artık ve iki yavrusu olmuş. Yavrularını büyütürken, avcıların acımasız olduğunu ve onlardan sakınmak gerektiğini bıkmadan anlatmış.
Bizim ayının sonu annesinin sonu gibi avcıların elinden olmuş. İki yavrusuyla birlikte yaban armudu yemeye gidiyormuş ki, avcılar onu görmüş. Avcıların attığı kurşunlardan kurtulamamış ve son sözleri, yavrularım, ah yavrularım, olmuş. Yavruları yakalayan avcılar, onları ayıcılara satmış. Ayıcılar, yavruları altında ateş yanan kızgın saç üzerinde yürüterek eğitmeye başlamışlar. Onları sopayla döverek boyun eğdirmişler. İki yavru büyüdüklerinde burunlarında birer zincirli demir halka varmış. Zincirin ucu ayıcının elindeymiş. Ayıcı zinciri çektiğinde can acısından bağırırlar ve seyirciler de gülermiş.

-----------------------------------------------------------

YEŞİL AYICIK
Yeşil ayıcık uzaydan gelmiş. Dünya onun bilmediği bir yermiş. Uçan dairesini bir dağın yamaçlarına indirmiş. Bu dağ Uludağ'mış. Uludağ'da gezmiş, dolaşmış. Ağaçları, çiçekleri görmüş. Çimenlere uzanmış, yatmış. Şarkılar söylemiş. Çok mutluymuş. İyi ki, bu gezegene indim, diye düşünmüş. Burası ne güzel yermiş. Havası, suyu ve toprağıyla dört dörtlükmüş.
Yeşil ayıcık daha sonra uçan dairesine binmiş. Bursa semalarında bir süre uçtuktan sonra, Marmara Denizi'ne doğru yönelmiş. Orada gemileri, kayıkları görmüş. Uzaklarda bir plaj varmış. Bu plajda insanlar denize giriyorlarmış. İyice alçalmış, insanlara selam vermiş, el sallamış. İnsanlar da ona selam vermişler, el sallamışlar. Denizin üstüne inecekmiş ki, bip bip sesini duymuş. Annesi arıyormuş. İnmekten vazgeçmiş ve hızla yükselerek geldiği gezegene doğru yola çıkmış.

-----------------------------------------------------------

İPEK BÖCEKLERİ VE CEVDET
İpek böceği dut yaprağı yiyerek büyür, gelişir. Daha sonra kozasını örer ve bu kozadan kelebek olarak çıkar. Onların bu özelliğini bilen on iki yaşındaki Cevdet ipek böceklerinden kendisi için, büyük bir koza örmelerini istedi. Kozanın içinde değişim geçirerek kelebek olacaktı. Yüce dağdaki sarp ve yalçın kayalıklardan kartal yumurtası bulup getirecekti. Kartal yumurtasının üstüne delik açarak, buraya sokup çıkaracağı öğretmen kalemleri öğrencilere 10, 20 yerine 30, 40 verecekti.
Örneğin, matematik dersi sınavında öğrenci soruyu doğru yorumlamış, işlem de doğru ama sonucu yanlış bulmuş. Bu durumda öğretmen öğrencisinin bilgisini ve çabasını gözardı etmeyecek ve 10 puanlık soruya hiç olmazsa 5 puan verecekti. O sorudan 5 puan bu sorudan 3 puan derken, öğrenci 40 alırsa , bir diğer sınavda 50 - 60 alıp o dersten geçme şansını yakalar. Gayrete gelir çalışır. Ama 10 alan öğrenci, nasıl olsa bu dersten geçemem deyip o derse çalışmaz. Bu durum bilgi kaybına neden olur. Cevdet'ten bunları dinleyen ipek böcekleri birkaç saat içinde büyük bir koza ördü. Cevdet ertesi gün kozadan kelebek olarak çıktı ve yüce dağdan bir kartal yumurtası bulup getirdi. Daha sonra kartal yumurtasına batırdığı tükenmez kalemleri sınıf arkadaşı Ali'ye verdi ve kalemleri öğretmenler gününde okuldaki öğretmenlere armağan etmesini istedi. Kelebek Cevdet eğitimdeki büyük bir sorunu çözmüş olmanın verdiği keyifle bir daha dönmemek üzere gökyüzüne doğru kanat çırparak uçtu, gitti.
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
SERDAR BEY+ÇİLEK=BÖBREKTE KUM
Serdar Bey akşamüstü kırtasiye dükkanını kapamış, evine dönerken pazardan 1 kg. mis kokulu çilek aldı. Yolda birkaç kere çileklerden yemek istedi fakat etrafta insanlar olduğu için yiyemedi. Akşam yemeğinde çilek yedi sonra yattı, uyudu. Gece yarısı uyandı, sağ ayağı kasılıyordu. Sol tarafındaki böbreği ağrıyordu. Sabahı zor etti ve hastaneye gitti. Doktora gece olanları kısaca anlattı.
Doktor: " Dün akşam çilek yedin mi? " diye sordu. Serdar Bey'in kafasına dank etti. Zalim çilek, diye düşündü. Demek sabaha kadar çektiğim acının sebebi çilekmiş: " Evet yedim, dedi. Ama bir daha yemem. "
Doktor reçete yazdı. Ağrı kesici iğne verdi. İğne, Serdar Bey'in böbrek ağrısını ve sağ ayak kasılmalarını yok etti.
Aradan 12 yıl geçti. Serdar Bey bu sürede çilek yemedi. Çileğin mis kokusuna aldanmadı. Onun üstünde mikroskobik kumların olduğunu hiçbir zaman unutmadı. Sağlığına önem veren herkesten kesinlikle çilekten uzak durmalarını istemeyi ihmal etmedi. Yılda 3-4 defa çilek yemedi diye bir şey kaybetmedi.

-----------------------------------------------------------

BATAKLIKTA KURBAĞA ARAYAN LEYLEK
Bataklıkta kurbağa arayan bir leylek varmış. Günlerini kurbağa aramakla geçirir ve yakaladığı kurbağayı yutarmış. Kurbağalar, bakmış olacak gibi değil, gün gelir bu leylek bizi de yutar ve bataklıkta kurbağa bırakmaz diyerek aralarında bir toplantı yapmışlar. Toplantıda bilge kurbağanın fikri öne çıkmış. Bataklığın derinliklerinde yaşayan zehirli kurbağaya rica edilecek ve leylek tarafından yutulması istenecekmiş. Leylek zehirli kurbağayı yutunca hayatı sona erecek ama diğer kurbağalar kurtulacakmış.
Bilge kurbağa ve birkaç kurbağa giderek zehirli kurbağayı bulmuşlar ve olanları anlatmışlar. Eğer bu fedakarlığı yaparsa kurbağaların kendisini hiç unutmayacaklarını ve adını altın harflerle bataklıktaki ağaçlara yazacaklarını söylemişler.
Bunun üzerine zehirli kurbağa: " Dediğinizi yapmazsam yıllar sonra beni kimse hatırlamaz mı? " diye sormuş.
Bilge kurbağa: " Tabi hatırlamaz. Ancak kahramanlar hatırlanır. Dediğimizi yapmazsan unutulur gidersin. "
Zehirli kurbağa: " Ben unutulmak istemiyorum. Kahraman olmak istiyorum. " demiş ve arka ayakları üstünde doğrulup göğsünü şişirmiş ve leyleğin yanına gitmiş. Leylek onu görmüş ve yakalayıp yutmuş. Böylelikle leyleğin de zehirli kurbağanın da hayatı son bulmuş. Bataklıktaki kurbağalar, zehirli kurbağanın adını altın harflerle ağaçlara yazmışlar. Aradan yıllar geçmesine karşın unutmamışlar. Adını hep Kahraman Kurbağa olarak hatırlamışlar.

-----------------------------------------------------------

YAVRU AYI TOMBİK
Ayının biri üçüz yavrulamış. Son doğan yavrunun adı Tombik'miş. Bir ay geçmiş, iki ay geçmiş Tombik'in boyu kardeşlerinin yarısı kadarmış. Anne ayı bakmış Tombik büyümeyecek yavrusunu terk etmiş. Tombik'i ormanda ağlarken gören bir geyik onu sahiplenmiş. Sütüyle beslemiş, annelik yapmış. Geçen yıllarla birlikte Tombik büyümüş, kocaman bir ayı olmuş. Bu arada geyik yaşlanmış ve eskisi gibi hızlı koşamaz olmuş.
Bir gün geyik ayılara yakalanmış. Bu ayılar, Tombik'in annesi ve büyümüş olan iki kardeşiymiş. Geyik bağırmış, Tombik'ten yardım istemiş. Tombik hızla gelerek kendisini besleyip büyütmüş olan geyiği kurtarmış. Bunun üzerine anne ayı yıllar önce terk ettiği yavrusunu tanımış: " Tombik, sen misin yavrum? Ben senin annenim. Bak bunlar kardeşlerin. Geyiği bırak da kendimize ziyafet çekelim. "
Tombik: " Evet, ben Tombik'im. Sen de beni yıllar önce terk eden annemsin. Beni bu geyik buldu. Sütüyle besledi, büyüttü. Bana iyi bakın, onu size yedirmem. "
Anne ayı: " Benim güzel oğlum, ben seni terk etmedim, ormanda kaybettim. Sonra çok aradım ama bulamadım. "
Tombik: " Çok mu aradın? Onun için defol git, gelme peşimizden diyordun. "
Anne ayı: " Tombik, ben senin annenim, seni ben doğurdum. "
Tombik: " Doğru, doğurdun ama beni bu geyik büyüttü. Doğuran mı, büyüten mi dersen, ben büyüten diyorum. "
Anne ayı, Tombik'in geyiği bırakmayacağını anlamış ve iki yavrusuyla oradan uzaklaşmış. Tombik yaşlı geyiği kucağına alarak barınak olarak kullandıkları mağaraya götürmüş.

-----------------------------------------------------------

KARTALLAR ÖRDEK OLMAZ
Ördekler, daireler çizmişler, aralarında oyunlar oynarlarmış. Bu oyunların kendilerine yararı çok, başkalarına zararı yokmuş. Gün gelmiş bir ördek çıkmış, diğer ördekleri bir oyun oynamaya zorlamış. İlk anda taraftar toplamış ama pek çok ördek bir oyun oynamaya razı gelmemiş. Sonra kavga çıkmış. Tek tekçi ördek kararında diretmiş. Zamanla taraftarları çoğalmış. Kavgalarda galip gelen taraf olmuş. Ünü giderek yayılmış. Tek tekçi ördekten sonra pek çok ördek onun tahtına oturmuş ama bunlar tek tekçi ördeğin reklamını yapmışlar, onu övmüşler, göklere çıkarmışlar.
Aradan yüzyıllar geçmiş. Bir gün ördekler bir kartalı yakalamışlar ve boyun eğdirmeye çalışmışlar. Ayaklarına pranga vurmuşlar. Kartal bir oyunun zararını, çok oyunun yararını bıkmadan ördeklere anlatmış, durmuş. Ördekler, kartalın fikirlerini alkışlıyorlarmış ama nedeni bilinmez bir şekilde bir oyun kuralına bağlı kalmışlar. Yıllar sonra ördekler, kartallar ördek olmaz diyerek gitmesi için, onun ayaklarındaki prangaları sökmüşler.

-----------------------------------------------------------

KORKAK ASLAN
Kral aslan çok korkakmış. Çevredeki ormanların kralları elçi göndererek savaş çıkaracaklarını söyleyip altın isterlermiş. Korkak kral da, aman, savaş çıkmasın, barış içinde yaşayalım, deyip istenen altınları gönderirmiş. Yapılan antlaşma bir yıl sürermiş. Süre sonunda bir elçi gelir ve yeniden anlaşmak için altın istermiş. İstenen altının dozu giderek artmış ve beş bin, on bin altını bulmuş. Hazinedeki altınlar giderek azalmış. Kral aslan vezirlerini toplamış ve soruna çözüm aramaya başlamış. Vezirlerin ortak görüşü, sorunu kurnaz tilkinin çözeceği şeklindeymiş. Kurnaz tilki saraya davet edilmiş, olanlar anlatılmış.
Kurnaz tilki: " Sayın kralım, beni baş vezir yaparsanız sorunu kısa zamanda çözerim. " demiş.
Kral aslan: " Yeter ki savaş çıkmasın, altınlar bitmesin de ne istersen yap. Kurnaz tilki şu andan itibaren baş vezirimsin. Tam yetkiyle işe başla. "
Baş vezir tilki saraydan çıkıp gitmiş. Bir kaç saat sonra döndüğünde yanında uzun yeleli bir aslan varmış. Bu aslanı tahta oturtmuş ve gelirken verdiği talimatı aynen uygulamasını istemiş. Elçiler, salona alınmış ve onlar savaş tehdidiyle yüksek miktarda altın istemişler ama düblör aslan hepsine bağırıp çağırmış. Kalabalık bir ordu kurduğunu, savaş istediğini ve eğer canları tatlıysa hemen on biner altın getirmelerini ihtar etmiş: " Yoksa ordumla gelirim ve taş üstünde taş bırakmam. " demiş. Koşar adım salondan çıkan elçiler, birkaç gün sonra on biner altın vererek birer yıllık barış antlaşması imzalamışlar. Olanları gizlice yan odadan izlemekte olan korkak kralın neşesine diyecek yokmuş. Düblörünü yüksek bir maaş karşılığında işe almış ve uzun yıllar onun gölgesinde krallığını sürdürmüş.

-------------------------------------------------------------------

MAVİ YARASA
Çok büyük bir mağarada milyonlarca yarasa yaşıyormuş. Bu yarasalar, gündüzleri mağara tavanına tutunarak uyurlar, hava karardıktan sonra, mağaradan çıkıp yiyecek ararlarmış. Doğada yiyecek bol, meyveler, yemişler, dala konmuş böcekler, havada uçuşan sinekler, kelebekler, arılar. Yarasalar, sabaha karşı, mağaralarına dönerlermiş. Bu böyle günlerce, aylarca, yüzyıllarca devam etmiş.
Yarasalar, fikir üstüne fikir eklemeyi bilmezlermiş. Kendilerine yavruyken öğretilen fikirler varmış ve bunlara göre hareket etmeleri istenirmiş. Şu şöyle olmasa böyle olsa demek yasakmış. Şuradaki iki durum birbiriyle çelişiyor demek yasakmış. Yasaklara uyarlarmış çünkü özgün düşünme yetenekleri varmış ama kullanmamaları öğütlenirmiş. Pek çoğunun bu yetenekleri kullanılmadığı için körelmiş.
Bir genç yarasa varmış ki, bambaşka duygular içindeymiş. Geçmişten gelen, bugünü karartan, geleceği yok etmeye hazırlanan eskimiş fikirlerden hoşlanmıyormuş. Zamanla taş eskiyormuş, neden fikirler eskimesinmiş. Yarasalar, genelde siyah renkli olurlar ama kahverengi, beyaz ve sarı renkli olanlar varmış. Genç yarasa mavi renkliymiş. Mavi yarasa bu özelliğiyle diğer yarasalardan ayrılıyormuş. Mavi yarasa aylar boyunca düşüncelerini diğer yarasalara anlatmış. Zamanla söyledikleri kabul görmeye başlamış. Mavi yarasa onların gündüzleri de mağaradan çıkmasını istiyormuş.
Bir gün öğleye doğru milyonlarca yarasa mağaradan dışarı çıkmış. Ne demek yarasa sadece gece uçarmış. İşte gündüz de uçuyormuş. Yarasalar, o gün, mavi yarasanın önderliğinde güzel bir gün geçirmişler. Ortalık günlük güneşlik ve aydınlık, karanlıkta bir şey göreceğim diye gözlerini kısmak yokmuş, beynini büzmek yokmuş. Basmakalıp düşüncelerle donanıp mavi yarasayı üzmek yokmuş.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım
 

Serdar Yıldırım

Yeni Üye
Katılım
31 Ara 2023
Mesajlar
52
Tepkime puanı
0
Puanları
6
Belçika'da yayınlanan Ekip Dergisi'nin 42. sayfasında Serdar Yıldırım'ın yazdığı Bücür Zürafa isimli hikaye çıktı.

---------------------------------------------------------------------

Romanya Demokrat Türk Birliği Yayın Organı Hakses Dergisi'nde benim yazdığım Dilenci Hacivat isimli hikaye çıkmıştır.
Dilenci Hacivat Sayfa 24
Yazan: Serdar Yıldırım
 

mersin escort mersin web tasarım bodrum escort fethiye escort alanya escort konya escort konya escort bodrum escort vozol puff sakarya escort sakarya escort
Üst
Copyright® Ajanlar.org 2012